23 Kasım 2007 Cuma

Birinci Cihan Harbi Niçin Çıkarıldı?

Birinci Cihan Harbi Niçin Çıkarıldı?
M. Yahya Çoşkun

Yok yere girdiğimiz savaş

Görünen ve gösterilen sebepler muayyen, peki asıl sebep neydi? Birinci Cihan Harbini oluşturan etkenler, taş kömüründen sonra dünyanın enerji kaynağı olacak olan petrolün pay edilebilmesi maksadıyla Osmanlının bir savaşa sokulması için tertip edilmiş bir mizansen miydi? Ya da İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Siyonist kongrenin Arz-ı Mevud’a ulaşabilmek için aldığı kararların doğal bir sonucu muydu?
Tarihte bir olay vuku buluyorsa bunun üç sebebi vardır. Bahsettiğimiz şey elbette; vuku bulan olayın siyasi, iktisadi ya da dini sebeplerini irdelemek değil. Meselenin künhüne vakıf olabilmeye çalışmak. Tezimizi ispatlayabilmek adına yaşadığımız günlerden geriye doğru gidelim. Amerika Birleşik Devletleri, ikinci körfez harekatını yaptı ve baba Bush’tan sonra oğul Bush da Irak’a geldi. Dünya efkarı umumisine de bunu; mazlum ve mağdur Irak halkını kurtarabilmek adına yaptığını tebeyyün etti. Amaç Irak’ı Saddam zulmünden kurtarıp, demokrasiye hasret bu topraklara demokrasi ve insan haklarını getirebilmekti… İşte biz buna tezimiz mucibince; görünen sebep diyoruz. ABD’nin Irak işgalinde görünen sebep; Irak’a demokrasi getirmekti. Peki halklar buna inandı mı? Hayır. Zaten ABD de kimsenin inanmayacağını biliyordu. İnsanları kandırmak için bir sebep gösterdi. Biz buna da gösterilen sebep diyoruz. Neydi gösterilen sebep? ABD’nin Irak’a petrol için gelmiş olduğu. Yani köy kahvesinde oturan insanların aralarında konuşurken söylemesini istediği şey… Amerika, insanların “ABD Irak’a niye girdi sorusuna” şöyle cevap vermesini istedi. “Hadi canım. Ne demokrasisi ne insan hakları! Bunlar petrol için geldiler.” Başarılı da oldular. Köy kahvesindeki adamdan, entelektüel birikime sahip insanlara kadar herkese bunu dedirttiler. Lakin bu işin bir de görünmeyen kısmı var. Perdenin arkasındaki, maskenin altındaki sebep. Asıl sebep…
Görünen ve gösterilen sebepten sonra meselemiz maskeyi düşürmek ve asıl sebebi bulabilmek. Asıl sebep ise Irak işgalini “Tanrının buyruğu” ve “Bir haçlı seferi” olarak adlandıran Bush’un dini… Yani Evangelizm. Yani asıl sebep Büyük İsrail’in kurulması… Bush dün Afganistan’a, sonra da Irak’a bunun için girdi. Aynı sebepten dolayı da Suriye ve İran’ı tehdit ediyor… Büyük İsrail’i kurmak için…
Olaylar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı gelişiyor. Ne siyasiler ne de gazeteciler olayları takip edemiyor. Halk ise bu sürate hiç yetişemiyor. Bir çok sual cevapsız olarak tarih sayfasındaki yerini alıyor. Peki niçin? Niçin İkiz kuleler yıkılıp her şey yerle yeksan olurken iki müslümanın kimliği yanmıyor? Niçin her terör olayının ardından Müslümanlar ve kimsenin bir türlü göremediği “El-kaide” çıkıyor? Niçin hep aynı kaide? Ne diyordu İsrail’in ünlü politikacısı Şimon Perez: “Bütün Müslümanlar terörist değildir ama bütün teröristler müslümandır.” (Prof. Dr. İlber Ortaylı, Eski Dünya Seyahatnamesi, sf.142, Aşina Kitaplar, 2. Baskı) Afganistan ve Irak işgali, İsrail’in durmayan mütecavizane hareketleri ve sürekli tehditler…
İşte bu sualler Birinci Cihan Harbi için de sorulduğunda bizi aynı mantıkla cevap vermeye zorluyor…
Habsburg İmparatorluğunun varisi Arşidük Franz Ferdinand ile eşinin, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da bir suikasta kurban gitmesi büyük ateşi alevleyen ilk kıvılcım oldu. Akabinde Avusturya- Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş açtı. Elbette ki bu büyük savaşının tek nedeni bu değildi. Almanların Rusya, Fransa ve Belçika’ya savaş ilan etmesini, İngiltere’nin Almanya’ya, Almanya’nın yanında yer alan Osmanlı’nın Rusya, İngiltere ve Fransa’ya savaş ilan etmesi nasıl açıklanabilir acaba? Bütün bu ülkelerin birbirine girmesinin sebebi; Arşidük Franz Ferdinand ile eşinin, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da bir suikasta kurban gitmesi miydi? Tezimiz mucibince cevaplarsak bu yalnızca görünen sebepti. Fakat buna kimse inanmayacaktı. Bunun için bir de gösterilen sebebe ihtiyaç vardı. O da; Arses- Loren denen bölgedeki taş kömürüne sahip olabilmek için birbirine diş gösteren Almanya ve Fransa’nın bu bölgeye ve bu bölgedeki enerjiye sahip olabilmek adına bu savaşı çıkarttıkları idi.
Lakin tarihteki olayları matematikteki gibi adım adım kanıtlayarak açıklamak pek de mümkün değil. Meseleye sığ bakmamak lazım. Raif Karadağ şöyle diyordu: “İngilizler büyük imparatorluklarını genişletmek, Akdeniz’e de hakim olma projelerini, 19. asrın ikinci yarısından sonra tatbike koyuldular… Birliğini yeni tamamlayan Bismark’ın çelik gibi iradesi altında dünya politikasına kudretli bir devlet olarak giren Almanya da, büyük devlet olmanın şartlarından olan ham madde kaynaklarına sahip olma keyfiyetini gözden uzak tutmadı. Gerek İngilizler gerekse Almanlar, neden Osmanlı’nın başka yerlerindeki topraklarıyla meşgul olmuyorlardı da, Irak ve Suriye civarında imtiyazlar elde etmek istiyorlardı? Bu sualin cevabı gayet açıktır. Zira sonraki mücadeleler Osmanlı’nın zorla Almanların safına itilerek savaşa katılması ve nihayet petrolün ortaya çıkan cihanşümul ehemmiyeti, bizi haklı olarak petrol denen hammadde üzerinde durmaya sevk etti.” (Raif Karadağ, Petrol Fırtınası, sf. 64-65, Divan Yayıncılık, 5. Baskı)
Nitekim Churchill’in daha sonralar, İngiltere avam kamarasında söylediği şu cümle de bu iddiaları kuvvetlendirmiyor mu? “Efendiler! Şunu iyi biliniz ki, bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir. (Age sf.102,)”
Görünen ve gösterilen sebepler muayyen, peki asıl sebep neydi? Birinci Cihan Harbini oluşturan etkenler, taş kömüründen sonra dünyanın enerji kaynağı olacak olan petrolün pay edilebilmesi maksadıyla Osmanlının bir savaşa sokulması için tertip edilmiş bir mizansen miydi? Ya da İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Siyonist kongrenin Arz-ı Mevud’a ulaşabilmek için aldığı kararların doğal bir sonucu muydu?
“1- Sultan Abdülhamit tahttan indirilecek. (Çünkü o Filistin topraklarını Yahudilere satmamıştır.)
2- Osmanlı Devleti yıkılacak. ( Çünkü Abdülhamit Handan sonra tahta oturacak başka bir Osmanlı da o toprakları satmayacaktır.)
3- İslam ortadan kaldırılacak. (Çünkü Osmanlı’nın yerine kurulacak başka bir müslüman devlette o toprakları satmayacaktır)”
İşte bu savaşın alınan kararlardan ikincisinin tatbiki için yapıldığını söylemek ne kadar doğru ya da ne kadar yanlıştır?
Abdülhamit Han İsrail’e engeldi!
Sultanı en iyi şekilde tanıyabilmek için onun görüşlerini anlamak ve bilmek gerekir. O da hatıratında siyasetini şöyle anlatır: “Bizi parçalamak için birleşmiş olan düşmanlarımıza karşı parçalanmış olan İslam Alemini birleştirmekten başka bir yol yoktu. Elimden geleni yaptım. İngilizler hep Hilafet makamından korktular.”
Amaçlarına ulaşabilmek için Sultan Abdülhamit’in tahttan inmesi gerektiğine inanan Siyonistler onu karalama kampanyası başlattılar. Jön Türkleri, Ermenileri, Rumları ve herkesi padişaha karşı kışkırtmaya başladılar. Amaçları Sultan’ı halk içinde sevilmeyen adam ilan edip onu tahttan indirmekti.
Tarihi tahlil edebilmek çok zordur. Laboratuar ortamında deney yapma şansımız olmadığı için tarihi olayları ve şahsiyetleri ancak sınırlı bilgilerle ve mahdut güvenle anlayabiliyoruz. Çok yakın bir zamana kadar doğru olduğunu sandığımız bir çok konu yanlış, yanlışlar da doğru çıkabiliyor. Aynı şey tarihi şahsiyetler için de tabi ki söz konusu. Özellikle bir tarihçi ya da olayı değerlendirmek isteyen herhangi biri; tarihi şahsiyetleri değerlendirilirken yapılan işlere bu günün penceresinden bakıp, o günün siyasi, sosyal ya da ekonomik yapısını hesaba katmazsa maalesef yanlış sonuçlara ulaşır ve bu da, ölülerine bile selam veren bir dinin mensupları olarak bizleri, “ölünün ardından kötü konuşmaya” sevk eder. İşte o zaman da gerçek kahramanlara hain, sahte kahramanlara da vatan, hürriyet kahramanı diyebiliriz.
Üstad Necip Fazıl “ Sahte Kahramanlar” adlı kitabında Kahramanları üçe ayırır ve şöyle bir tahlil yapar. Onun yorumlarından iktibasla şöyle diyebiliriz: Birinci sırada meccanen kahramanlar vardır. Bunlar yolda yürürken önlerinden geçen bir kamyonun kasasından düşen flamayı, bakmak için almış oldukları anda, cadde arasından çıkan ihtilalci bir grubun önünde elinde flama ile kalmışlardır ve bedavadan, mevzudan bile habersizken lider, kahraman olmuşlardır. İşte bunlar Meccanen Kahramandır. İkinci grup; tarihimizde de bolca karşılaşabileceğimiz sahte kahramanlar grubudur. Bunlar özellikle dış mihraklar tarafından yetiştirilip; gelinebilecek en üst makamlara getirilip, kahramanmış gibi gösterilen fakat gerçekte ise kahramanlıkla alakaları olmayan insanlardır. Üçüncü grup ise, gerçek kahramanlardır ve maalesef bu gruba girip vatan, millet, din, namus ve bizi biz yapan değerler için her sahada savaşan insanların genelde ne hayatta iken ne de öldükten sonra, az bir zümre müstesna olmak üzere, kıymetleri bilinmez hatta bu tarihi şahsiyetler genellikle devirlerinin para babalarının ve idareyi elinde tutmak isteyen mutlu azınlıkların oyunlarını bozan insanlar olduklarından, onların gazabına uğrayıp tarih kitaplarına hain olarak bile geçebilirler. İşte bu şekilde yanlış anlamaların ortasında kalmış tarihi şahsiyetlerden biri de Sultan İkinci Abdülhamit Handır…
Sultan’ın Memleket Hakkındaki görüşleri
Sultanı en iyi şekilde tanıyabilmek için onun görüşlerini anlamak ve bilmek gerekir. O da hatıratında siyasetini şöyle anlatır: “Amerika’da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. İspanya müstemlekelerinden (sömürgelerinden) çıkarılıyordu. Dünya Yahudileri teşkilatlanmıştı, Mason locaları sayesinde arz-ı mev’udun peşine düşmüşlerdi. Avrupa’nın büyük devletleri aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bu ülkeler arasında Osmanlı da vardı. Ben bu kuvvetin önünde tek başıma duramazdım, buna kuvvetim yetmezdi. Yapabileceğim tek şey aralarındaki rekabetten yararlanıp, her birini daha büyük lokma ümidi ile birini ötekine düşürmekti… Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamak için birleşmiş olan düşmanlarımıza karşı parçalanmış olan İslam Alemini birleştirmekten başka zaten bir yol yoktu. Bunun bilincindeydim. Elimden geleni yaptım. Zaten İngilizler hep Hilafet makamından korktular. ”
Siyonist kongre
1897 yılında Büyük Siyon Kongresini toplayan Yahudiler vaat edilmiş topraklarına ulaşabilmek için bazı taleplerle Sultan’ın huzuruna geldiler. Sultanla görüşmek üzere Teodor Herlz huzura kabulünü istedi. Fakat Sultan onu bir hafta bekletti. Bir hafta sonunda huzura kabul edilen Herlz münasip bir lisanla Yahudilerin Filistin bölgesine yerleşebilmelerini, buna müsaade edilmesini istedi ve buna karşılık olarak da Osmanlı’nın borçlarını ödemeyi vaat etti. “ Ben bir karış dahi olsa toprak satmam zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim de bu toprakları kan dökerek almıştır. Ne ile aldıysak ancak onunla geri veririz. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Devletim yıkılırsa orayı karşılıksız alırsınız fakat biz sağ iken, bu devlet ayakta iken sadece bizim cesetlerimiz taksim edilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yaptırmam” diyen Sultan çok ağır bir dille Herlz’i huzurundan kovdu.
Amaçlarına ulaşabilmek için Sultan Abdülhamit’in tahttan inmesi gerektiğine inanan Siyonistler onu karalama kampanyası başlattılar. Jön Türkleri, Ermenileri, Rumları ve herkesi padişaha karşı kışkırtmaya başladılar. Amaçları Sultan’ı halk içinde sevilmeyen adam ilan edip onu tahttan indirmekti. Fakat basiret sahibi Sultan Filistin’i arazi-i mahsusa ilan edip o bölgeye askerlerini gönderdi ve orada Yahudilerin toprak almasını yasaklattı. Bu gün bile Orta Doğuda kan ve gözyaşlarının durulmaması ve Abdülhamit Han’ın asırları aşan basireti… Tarih kendi mecrasında akmaya devam etti, ikinci kez meşrutiyet ilan edildi, 31 Mart vakası yaşandı ve nihayet sıra Sultan’ın tahttan indirilmesine geldi. 27 Nisan 1909’da mecliste karar alınmış ve Yahudi Emanuel Karasu, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Arif Paşa’ dan müteşekkil bir heyet Sultan’a hal kararını bildirmek için huzura çıkmışlardı. Bu manzarayı gören Sultan: “Bir Türk padişahına ve İslam Halifesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı ” demiştir.
Emanuel Karasu, Selanik Mason Locasının Üstad-ı azamı idi. Herlz ile beraber Sultan’a rüşvet teklif edip Filistin’i isteyen zümredendi ve Sultan tarafından huzurdan kovulmuştu fakat ne hazindir ki; Sultan’ı tahttan indiren heyetin reisiydi.
Maksat, İsrail’i kurmak
İsrail’in kurulması ve devletler arası hukuka göre tanınması için son bir adımın daha atılması gerekiyordu. Bunu da Birleşmiş Milletler bünyesinde özel bir Filistin komitesi kurulması talebiyle İngiltere başlattı. Komitenin hazırladığı raporun çizdiği sınırlara göre Arap devleti; Filistin’in % 42,88ini, Yahudi devleti ise % 56,47sini oluşturuyordu.
Aslında siyonizmin tarihi Tevrat kadar eskidir. “Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan’dan ırmaktan, Fırat ırmağından Garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah’ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine salacaktır.” (Tekvin 12/25)
Modern tabiri ile mondializm de denen bu mefkure Siyonistlerin tek dünya hedefiydi. Lakin bu tek dünya hedefine varabilmek için yapmaları gereken en önemli şey; dindar Yahudileri, Hıristiyan Yahudilerini ve evangelistleri de kendilerine köle yapabilmekti. Mesih planı için hem dindar Yahudileri hem de evangelistleri kullanabilmek adına onların gelmesini bekledikleri mesihin alametlerinden olan İsrail’in kurulmasını karalaştırmışlardı. Bunun için Siyonist kongre toplanmış ve kararları alınmıştı.
Weizmann: “Bir milyon Yahudi toplarız”
Siyonist kongrede alınan ilk karar uygulanmış ve Sultan Hamit karalanarak tahttan indirilmişti. Akabinde Birinci Cihan harbi Büyük İsrail’in kurulabilmesi için Siyonistlerce çıkartılmış ve Siyonistlerin köleleri olan Hıristiyan Siyonistler, evangelistler özellikle de İngilizler kullanılmıştır. Weizmann şöyle diyordu: “Rahatça söyleyebiliriz ki, eğer Filistin İngiltere’nin nüfuz alanına girer de; İngiltere de orada kendisine bağlı bir Yahudi toplumunun oluşmasına olanak sağlarsa, yirmi ya da otuz yıl içinde oraya bir milyon belki daha fazla Yahudi toplarız.” (Trial and Error: The Autobiography of Chaim Weizmann, Chaim Weizmann, sf. 49)
Yok yere Osmanlı’nın bu harbe sokulması ve ardından dayatılan Sevr Anlaşması’nın başka bir izahı yoktur. Elbetteki Enver, Talat ve Cemal paşalar bu amacı bilmiyorlardı ve onlar hayırlı bir iş yaptıklarını zannediyorlardı. Lakin hayra hizmet ediyoruz diye şerre hizmet etmişlerdi. 1917’deki Balfour beyannamesi ve birinci cihan harbinin hemen ardından Yahudilerin İsrail’e yerleşmeye başlamaları ardından da 1948’de İsrail’in kurulması bütün bu süreci özetlemiyor mu?
“Esas maksat İsrail’i kurmak”
Douglas Reed şöyle diyordu: “1914 yılında Birinci Dünya Harbi çıktı. Hafızası kuvvetli olanların hatırlayacakları gibi çıkış nedenlerinin arasında; Belçika’nın ırzına geçilmiş olması, Prusya’nın saldırganlığına son verilmesi ve güvenli bir dünyada demokrasinin yerleşmesi gibi şeyler sayılmıştı. Harbin başlarında Baron Edmond ve Rotchild, savaşın orta doğuya yayılacıağını ve politik siyonizmi ilgilendiren önemli gelişmeler olacağını, Weizmann’a söylemişti…” (Douglas Reed, Milletlerin Aldatılması, Kayıhan Yayınları, sf. 46)
Yazar aynı kitapta tezimizi destekleyen ifadeler kullanıyor ve şöyle diyor: “… Bu gelişmelerden vatandaşların haberi yoktu ve sanıyorlardı ki katıldıkları harp, insanların ve milletlerin hürriyetlerini kazanmaları için yapılmaktadır. Bu harbin esas maksadının küçük, zararsız ve dost olan insanları (Filistinliler) ata yurtlarından sürerek o topraklara Doğu Avrupalı yabancıları yerleştirmek olduğu akıllarının ucundan bile geçmiyordu.” (Age, sf. 51- 52)
Balfour Beyannamesi
İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour 2 Kasım 1917’De İngiltere Siyonist dernekleri başkanı Lord Rotschild’e daha sonra Balfour beyannamesi adını alacak bir mektup yazdı. “Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt oluşturulmasını uygun karşılamaktadır ve bunun gerçekleşmesi için her türlü çabayı harcayacaktır.” (Documents and readings in the History of Europe since 1918, Walter C. Langsam, sf. 377)
İngiltere’nin Filistin’de manda yönetimi sürerken hem göç hızlandırılmış hem de gelenlere askeri yardım yapılmış ve eğitimleri sağlanmıştı. Özellikle ikinci cihan harbi bahane edilerek bu faaliyetler daha da hızlandırılmış ve İsrail kurulduktan sonra patlak verecek muhtemel Arap Yahudi savaşlarına hazırlanmıştır Yahudiler…
İsrail’in kurulması ve devletler arası hukuka göre tanınması için son bir adımın daha atılması gerekiyordu. Bunu da Birleşmiş Milletler bünyesinde özel bir Filistin komitesi kurulması talebiyle İngiltere başlattı. Komitenin hazırladığı raporun çizdiği sınırlara göre Arap devleti; Filistin’in % 42,88ini, Yahudi devleti ise % 56,47sini oluşturuyordu.
ABD ve İngiltere BM’de bir tehdit ve baskı kampanyasına girişmişti. Bu tehdit ve baskı kampanyası Birleşmiş Milletler genel kurulunun 29 Kasım 1947 günü saat 17:35’de yapılan oylamasında çoğunluk planının 13 red, 10 çekimser oya karşılık 33 oyla kabul edilmesiyle başarıya ulaştı.. 14 Mayıs günü Filistin’deki İngiliz mandasının sona ermesinden birkaç saat evvel Telaviv’de toplanan Yahudi milli konseyi yayımladığı deklarasyonda İsrail devletinin kurulduğunu ilan etti. Bağımsızlığın ilanı ile Ben Gurion başkanlığında 13 üyeli bir kabine kuruldu.
Maskeli tarih
Tarihin maskesini düşürmek zor iş. Bu uğurda kimler karalanıp harcanmadı ki… Tezimiz gayet basit ve olaylarda bu tezi doğruluyor. Ama elbetteki tarihin maskesini düşürmeye ve oyunu ortaya çıkarmaya çalışanlara hep aynı yafta vurulacak: Komplocu… Anlattığımız hiçbir şeyde “Eğer şöyle olsaydı…” ya da “Bundan anlaşıldığı gibi…” demedik. Herkesin bildiği tarihi gerçekleri tasnifledik ve polisiye mantıkla baktık olaya… “Bu iş kime yaramış?” diye sorduk. Karşımızda kocaman bir İsrail devleti. Asla rahat durmayan ve durmayacak… Sürekli sınırlarını genişleten… Herzl, Siyonist kongrede: “Ben İsrail’i kurdum. Sizler de elli sene sonra göreceksiniz.” diyordu ve dediği gibi de oldu. Roosvelt ise: “Siyasette hiçbir şey tesadüfi değildir.” diyordu…
-BİTTİ-

Hiç yorum yok: