ŞU SAM AMCAMIZ
Amerika'yı ilk çizgi romanlar üzerinden keşfettim. Teksas, Tommiks, Kinova, peşinden Kaptan Swing ve Tom Braks. Bu kitaplara Hollywood yapımı kovboy filmleri eşlik etti.
Amerika'yı ilk çizgi romanlar üzerinden keşfettim. Teksas, Tommiks, Kinova, peşinden Kaptan Swing ve Tom Braks. Bu kitaplara Hollywood yapımı kovboy filmleri eşlik etti. Amerika denildiğinde gözümün önüne sonsuz çöller, altın arayıcıları, kapıları tekmeyle açılan salonlar gelirdi.
Bu salonların tezgâhlarına yaslanmış bellerinden tehdit edici silahları sarkan poker yüzlü insanlar, küçük cam bardaklarda sunulan viskilerini bir yudumda içtikten sonra, ellerinin tersiyle ağızlarını silip yeni bir maceranın kapısını açarlardı. Bıyıklı, jöleli saçlı, sürekli ellerinde kuruladıkları bir bardak olan barmenlere, salonda gösteriye gelmiş ağır makyajlı kadınlara, birilerine haber uçurmak için hep o salonların karanlık bir köşesinde bekleyen casuslara çeşitli rollerin dağıtıldığı bu maceralarda biz yeni yetmeler de heyecanla yerimizi alırdık. Bizim yerimiz asayişi berkemal kılmak için okul kitaplarının arasına yerleştirilmiş çizgi romanları okuduğumuz çalışma masası olurdu.
O dönemlerde henüz "pazar ilişkileri" yeterince gelişmediği için bizler kendi küçük pazarlarımızı en uygun yerler olan sinema önlerinde, ikinci el kitapların satıldığı salaş dükkânların görünmez köşelerinde oluştururduk. Koltuğunun altında takas edilecek, satılacak ya da kiraya verilecek çizgi romanlarla pazaryerine gelen kişi hazinesini öyle birdenbire gözler önüne sermez (şimdiki mağazaların vitrin anlayışına inat) merakları gıdıklayan tahrikkar bir yavaşlıkla davranır, nihayet yarattığı etkiden memnun bir şekilde mübadeleye girişirdi. Kitaplar elden ele dolaşır, "okunmamış" kitapların büyüleyici parlak ışığında saf arzuyla donanırdık. Kış mevsiminin kederli akşam saatlerini sevince dönüştürecek neredeyse yegâne unsur, koltuğumuzun altında sıkı sıkıya tuttuğumuz kitaplarımız olurdu. Buradaki Amerikalıların yaşadığı hayatın dışında kalan kasabamızın sokakları, dükkânları, kendi halindeki insanları maceradan yoksun hayatları ile ne kadar da sade ve sıradan görünürdü gözümüze. Ne yazık ki kasabada bir salon bile yoktu ve onca insanın arasında belinde tabanca taşıyan tek kişinin bulunmayışı hepimiz adına tam bir talihsizlikti.
Kitaplarda, kahramanla birlikte at üstünde koşturup, nice hain, karanlık, entrika dolu engeli aştıktan sonra bir kez daha iyilerin kazandığına şahit olurduk. Bu aynı zamanda mucizevî okumanın son sayfası anlamına gelirdi. Kitabı kapatıp bir kenara koyarken geri döndüğümüz gerçek hayatımız, Amerika'ya evet, sadece ona ait olan o büyüden yoksunluğumuzu yüzümüze vururdu. Ne yapsak boştu, biz Amerikalı değildik, çizgi roman kahramanları ile akrabalığımız yoktu. Toz toprak içinde at üstünde koşturan, vahşi Kızılderililere karşı masum beyaz çiftçileri savunan atalarımıza ait heyecan verici bir geçmişin tesellisine sarınarak çocuk uykularımıza varamazdık. Amerika ile ikinci karşılaşmam okuduğum okullardaki süttozundan yapılma sütler, Amerikan pastası (ya da ekmeği miydi?), nihayet yatılı okuldaki Amerikan bulguru üzerinden oldu. Az gelişmiş ülkelerin iyi beslenemeyen çocukları için bu kudretli ülkenin yardımsever yöneticileri kesenin ağzını açmışlar ve çeşitli gıda maddelerini dünyaya dağıtırken bize de bir pay düşmüştü işte. Sütün tadı, ekmeğin parlak beyazlığı, bulgurun kırmızılığı halen çok canlı biçimde hatırımdadır. Yatılı okullarda adam başı bilmem kaç kuruşluk tayından üç öğün yemek çıkartma "mucizesi" bu tür desteklerle gerçekleşiyor olsa gerekti. Yıllar sonra Utah'ta Mormonlara ait bir süt, peynir, tereyağı fabrikasında dolaşırken bizlere tatmamız için sunulan ürünlerde çocukluğumun alaca karanlığına dokunan anakronik bir şerare oluşmuştu. Orada çalışan insanlar gururla ürünleri karşılıksız olarak dünyanın birçok yerine dağıttıklarını söylüyorlardı. Salondaki büyük bir dünya haritasında mavi dairelerle belirtilmiş yerler arasında Türkiye'nin bulunmayışından memnun olmuştum. Bu yardımlar, insanoğlunun maddi varlığını olduğu kadar ruhunu da kurtarma çalışmalarının bir parçasıydı elbette. Sümer kralı kabartma resminde bir elinde asa bir elinde buğday ile görünürken, misyonerlerin bir elinde peynir diğer ellerinde ise İncil vardı. O iyi niyetli insanlar elbette resmin bütününü temsil etmiyorlardı. Resmin bütününün bir köşesinde acı acı konuşan bir Kızılderili şefin sözleri de vardı: "Beyazlar geldiğinde bizim çayırlarımız, bizonlarımız, ormanlarımız vardı, onların ise İncilleri. Sonra çayırlar, bizonlar, ormanlar onların İncil ise bizim oldu."
Amerika Babil kulesi
Amerika ile üçüncü karşılaşmam üniversite yıllarında "Votkakola" türü kitapların, "Ne Amerika ne Rusya" sloganlarının eşliğinde oldu. Bir kuşak öncesinde 6. filoya karşı verilen mücadeleyi, "Go home yankee" sözlerini gayet iyi anlıyorduk. Şili'de kamyoncular grevini örgütleyerek Allende'yi deviren CIA, aysberge benzeyen örgütlenmesi ve şüphesiz efsanelere açık zihinlerimiz dolayısıyla hak ettiğinden daha fazla bir kudret atfıyla anılıyor, başka unsurla birlikte Amerika'nın bir tür mutlak güç olarak algılanmasına güçlü bir destek veriyordu. Hollywood, iyi ve kötünün kesin hatlarla ayrıldığı, yalın anlatımıyla bizim masal dünyamıza tekabül eden kovboy filmlerinin yerine daha karmaşık, örtü çekildiğinde altından şaşırtıcı "iyilik ve kötülük" anlatılarının çıktığı filmlere yöneldi. Artık kovboyun yerini onun kadar iyi olmayan, zamanımızın trajik kahramanı almaya başlamıştı. Üstelik bu kahramanlar şimdi "içerdeki utanç verici işleri, hileleri, ikiyüzlü siyasetleri" açığa çıkartıyorlardı. Watergate skandalı bu ipin ucunun nerelere kadar uzanacağı konusunda tüm dünya kamuoyuna bir fikir vermişti.
Vietnam, Sudan, Afganistan, nihayet Irak... Sam Amca'nın dünya kamuoyuna yönelik resmi anlatısıyla sahadaki gerçekliğin ne kadar birbirinden ayrı olduğunu tüm detaylarıyla öğrenmeye başladık. "Yüksek teknolojiye sahip silahların bistüri gibi kullanıldığı, zararlı unsurları yok ederken masum insanlara hiçbir zarar vermediği, adeta ilahi bir adaletin dağıtıldığı" çirkin bir propagandaydı. Aşağı yukarı beş asırlık "Avrupa'nın Asya'ya, Afrika'ya medeniyet götürmek için gittiği, orada yaşayan zavallı insanları açlık, yoksulluk, hastalıklar, yüksek çocuk ölümleri gibi felaketlerden kurtarmaya çalıştıkları" iddiasını devralan bu yeni patronun, aslında aynı mirasın bir parçası olduğunu gördük. Yaşlı dünyamızda "yeni iddialar" olarak ortaya konulanlar yüzüne peçe çekilmiş bildik eski hikâyelerdi.
Aslında "stratejik ortağımız" Amerika ile doğrudan yaşadığımız sorunlar fazla değildi, afyon yasağı, Kıbrıs harekâtındaki ambargo, nihayet tezkere olayı ve sonrasındaki gelişmeler. Fakat Türkiye'de çok yüksek oranlarda seyreden Amerikan aleyhtarlığının da işaret ettiği gibi bu ülkeye dünyada belki en fazla biz kırıldık. Çünkü geldiğimiz büyük medeniyetin bugün orta sınıf hayat sürdüren varisleri de olsak, "küresel güçlerin" nasıl davranması gerektiğine ilişkin bir hak ve adalet anlayışımız vardı. Naif bir bakış açısıyla bir tür yeni Osmanlı gibi davranmasını beklediğimiz, belki temenni ettiğimiz Amerika, her yerde attığı her adımla bizi derin bir hayal kırıklığına itiyordu.
Bugün Irak'taki gelişmeler, PKK'nın konumu, Türkiye'nin güvenliği konuları yakıcı sorunlarla birlikte gündeme geldikçe Amerika üzerine de daha fazla düşünüyoruz. Amerika deyince, çocuksu hissedişlerden akılcı teknik dile kadar nice anlatım biçiminin inşa ettiği bir müktesebat söz konusu. Bu yanlış değil, çünkü Amerika hiçbir homojenleştirici dile indirgenemeyecek bir Babil kulesi. Bunu unutmamak lazım. Bir de şu var galiba. Amerika söz konusu olduğunda hep Amerika'dan bahsediyoruz, peki ya biz? "Amerika ile ilişkiler" anlatılarındaki "biz"i sürekli edilgen cümle yapıları içinde dile getiren muhakeme biçimi, işte bu, Amerika'dan bağımsız olarak bizim meselemiz değil mi? Başbakanın son Amerika seyahati sırasında "Bizim için olağanüstü bir gün fakat Washington'da şu günlerde bile Beyaz Saray'la görüşmek için kapıda bekleyen yaklaşık on beş devlet başkanı var," sözlerinin ima ettiği konum "nesnellik" üzerinden içselleştirilebilir mi? Amerika'nın gücünü ve etkisini kimse inkâr etmiyor, fakat zımni olarak Türkiye'yi bu gücün parlak ışığında silik bir gölge gibi "hayal etme" hem haklı hem de doğru değil. Babil kulesinin farklı dillere açık olduğunu, bir bakıma her dilin ve yaklaşımın kendini gerçekleştiren kehanete dönüşme potansiyeli taşıdığını bir kenara not etmekte fayda var.
Prof.Dr.Naci Bostancı
22 Kasım 2007 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder